"Herhangi bir zamanda herhangi bir yöntemle ulaşılan bir hikâye, bir olay, bir yer verimli bir sosyolojik analizin nesnesi olabilir... Aynı şekilde önemli olan başka bir şey de şudur: Sabah gazetesinden ilginç sosyolojik çıkarımlar yapmak isterseniz, dünyada ne olup bittiğini bilmeniz iyi olur çünkü en zengin sosyolojik olasılıklar bu hikâyelerin en küçük detaylarında gizlidir” (Becker, 2017: 181)
Sosyolojik bir araştırma, tek bir yönteme, biçime ve izleğe bağlı değildir. Toplumsal pratikler bir temsiller dünyasını içinde barındırır. Üretilen her temsil sosyolojik bağlamın belirli yanlarına işaret eder ve sosyolojik bilgi üretimine katkıda bulunur. Bu yüzden sosyolojik bir araştırmada temsillerin zenginliği üretilen bilginin uzlaşım gücünü doğrudan etkileyecektir. Vakalar arasında kurulan bağlantılarla temsillerin birbirini beslediği veya farklılaştığı noktalar açığa çıkacaktır. Böylece toplumu anlatmak katı ‘bilimsel’ bir perspektiften veya parçalılılıktan uzaklaşacaktır. Bu şekilde yaratıcı ve açıklayıcı bir araştırma programı kurgulanabilir. Önemli olan, hangi bağlam ve durumlarda hangi yöntem ve imkanlara sahip olunacağını öğrenmektir.
Öte yandan bu temsillerin/vakaların nasıl sunulacağı, bir araştırma metninin nasıl yazılacağı da önemli bir sorunsal olarak karşımızda durmaktadır. Sosyal dünyanın inşa edilmiş bir gerçekliğe sahip oluşu (sosyal inşa yaklaşımına göre) ve araştırmacının araştırma nesnesi olan insanlarla birlikte yaşaması dil kullanımını öne çıkarmaktadır. Çünkü dilsel sunum, yapı, faillik, güç gibi olguları içinde gizleyen bir dinamiğe sahiptir. Kullanılan dilin tanımlama yetkesi araştırmacının nerede konumlandığını/konumlanacağını göstermektedir. Yani normatif bir dil bize doğru ve yanlış olanı, neye bakmamız veya bakmamamız gerektiğini söyleyerek var olan eşitsizliklerin sürdürülmesine yol açabilir ve bizi tek boyutlu bakış açısına mahkûm edebilir. İşte Becker (2016, 2017) sosyal bilim yapan ve yapmaya aday kişilere seslenerek araştırma pratiğinde karşılaşabilecekleri sorunlara ortodoks olmayan çözümler sunmaya çalışır.
Becker’in sunduğu yaklaşım, yani toplumsal tasvirlerin veya gündelik vakaların içine gizlenmiş veçhelerin sosyolojik bilgi üretim sürecine katkısı ve aynı zamanda bu bilgiyi zenginleştirmesi araştırmanın sahiciliğini doğrudan etkilemektedir. Ona göre, görsel sanatçıların, romancıların, oyun yazarlarının, fotoğrafçıların, film yapımcılarının ve sıradan insanların toplumu temsil etme şekillerini dikkate almamanın sosyal bilimler açısından eksikliği aslında araştırmacıların işlerine yarayabilecek analitik boyutları ve olasılıkları çoğu kez görmemesidir. Çünkü sosyal bilimlerin metodu tek ve biricik metot değildir (Becker, 2016: 27). Örneğin, iki kadının (siyahi-beyaz) fotoğrafları arasındaki farklılık, kadın deneyimleri hakkında ve belki de genel yaşamlarına ilişkin kesin olmayan bazı çıkarımlar yapılmasını sağlayabilir (Becker, 2016: 74). Bu şekilde toplumsal dünyada neler olup bittiğinin anlaşılması ve gerçeklik inşasının eşitsiz yönlerinin ifşa edilmesi mümkün olabilir.
Temsiller nasıl ki toplumsal dünyanın birer parçası ise gündelik vakalarda onun bir parçası ve inşa edici yönüdür. Yani, gündelik vakalar, her ne kadar mikro çevrede gerçekleşiyorsa da makro süreçlere dair perspektifler sunabilecek potansiyele sahiptir. Becker vakalar üzerinden düşünme konusunun geçerli (icra edilen) bir düşünme biçimi olmadığını söyler. Toplumsal olay ve olgulara ilişkin geçerli ve yaygın düşünme biçimi ölçülmüş şeyler arasında bağlantıların kurulmasıdır. Fakat ona göre alternatif bir düşünme biçimi ve yöntemi vardır. Bu da anlamak istediğimiz sonuçları hangi bağlantıların ürettiğini açıklamaktır (Becker, 2017: 13). Bu bir modeldir; toplumsal dünyayı açıklamaya/anlatmaya çalıştığımız bir model. Bu model, hiçbir zaman olay ve olguları etkileyen bütün değişkenlere sahip olamayacağımızı kabul etmekle birlikte olan biteni etkileyen hiçbir değişkeni de gözden kaçırmak istemez. Vakalar burada daha fazla değişkenin bulunması için kullanılır. Anlamaya katkı sunacak her şey tanımlanmaya ve anlaşılmaya çalışılır (Becker, 2017: 30-31). Vaka analizi modeli, araştırma sürecinde etkisi hakkında düşünülmeyen veya görülmeyen birçok değişkenin de araştırma programına alınmasını mümkün kılar. Doğal olarak alınan değişkenler arasındaki bağlantıların keşfi çıktıları etkileyecek ve kullanışlı bir çerçeve sunacaktır. Örneğin, Becker, Fransız akademisyenler ile maaş ve zam üzerine konuşmasından akademik yaşamın merkeziyetçi bir yapıya sahip olduğu çıktısına ulaşıyor (Becker, 2017: 39). Bu şekilde vakalar üzerinde tahayyül etmenin; gündelik olanın, üzerinde düşünülmeyenin ardında toplumsal dünyanın nasıl örgütlendiğini, ilişkiler ağının nasıl gerçekleştiğini öğrenmenin kolaylaştığını görüyoruz. Ünsaldı’nın ifadesiyle , “kendinde nesne yoktur, sadece bir araştırmacının kendi perspektifi ve araştırma protokolü dahilinde bir araştırma nesnesine çevirdiği şeyler vardır”(2019: 115). Önemli olan şeyleri, olayları, ilişkileri “araştırma nesnesine” dönüştürebilmektir.
Becker’in temsillere dair önemli bir diğer vurgusu temsillerin gerçekliğinin nasıl iletilebileceğidir. O, toplumu anlatırken ürettiğimiz temsili inanılır kılmanın koşulu olarak “sosyal uzlaşı”yı öne çıkarır. Hiçbir temsil/tasvir mükemmel değildir. Fakat bir temsilin “yeterince iyi” olması, diğer insanların deneyimleriyle uyumlu olması, yani, temsile dair hem üreticiler hem de tüketiciler açısından bir uzlaşı ve tutarlılığın olması sonucunda o temsilin gerçek olduğuna karar verilir (Becker, 2016: 160-163). Becker’in temsillerin gerçekliğine dair sunduğu bu çerçeve bize Giddens’ın sosyal bilimcilerin eylemleri betimlerken takınmaları gerektiğine inandığı tutumu hatırlatır. Ona göre, sosyal bilimcilerin betimlemeleri, eylemleri betimlenen insanlara sahici gelmelidir. İnsanların bu betimlemelerde kendilerinin yansıtıldığını/temsil edildiğini hissetmeleri gerekir (Tatlıcan ve Binay, 2010: 87). Ancak bu şekilde bir uzlaşı sağlanabilir. Dolayısıyla bir araştırma pratiği gerçekliğin iletilmesi konusunda bu hususu göz ardı etmemelidir. Ayrıca toplumsal dünyanın gerçekliğinin sabit olmadığı, hayatın akışından dolayı yeni temsillerin ortaya çıkabileceği unutulmamalıdır.
Peki betimlemelerimiz/temsillerimiz nasıl bir dilsel sunuma tabi olacak? Tek seslilik veya çokseslilik mi? Kimler konuşuyor? Ve en önemlisi de nasıl konuşuyor? Becker, araştırmalarda genel olarak hep “otoriter ses” olarak araştırmacının/yazarın sesinin duyulduğunu diğer seslerin kısıldığını iddia eder. Ona göre, anlamları ortaya çıkaran seslere kulak vermeliyiz. Oysa mevcut eğilim sesleri duymadan eylemlere anlam yüklenilmesi olmaktadır (Becker, 2016: 266). Dilsel sunumu çeşitlendirmek, tek bakış açısını daha diyalektik ve tartışmacı bir üslup ile gerçekleştirmek araştırma bulgularını anlamlı kılacaktır. Deneyimlemediğimiz ve sunumda pek yararlanmadığımız husus veriler (sesler) arasında diyalog kurmaktır. Nihayetinde bütün sosyal araştırmalar bir hikâye anlatır ve insanlar hikâyelerdeki karakterleri, ilişki ağlarını, karşıtlıkları görmek isterler. Hikâyeler bir şekilde farklı seslere ihtiyaç duyar. Becker haklı olarak, herkesi dinlemediğimiz sürece kendimize görev edinmiş olduğumuz tasvir işini hakkıyla yapamayacağımızı belirtir. Her bir kişinin veya grubun bir şeyi herkesten daha iyi bilebileceğini ileri sürer (Becker, 2016: 269). Dolayısıyla elde edilen veriler arasında araştırmacının “sesi” dışında marjinal kalanın da analize dahil edilip aralarında diyalog kurulmasının gerekliliği Becker tarafından örneklerle özellikle vurgulanır. Bu şekilde yapılan dilsel sunum çok sesli bir tasvir “otoriter sesi” ortadan kaldıracaktır.
Dilsel sunumda çok sesliliğin yanında sosyal bilimleri meşgul eden önemli bir sorun daha öne çıkmaktadır: Taraf seçme veya objektiflik meselesi. Becker bu konuda yargısal ifadelerden kaçınılması gerektiğini savunur. Ona göre, araştırmalarda yaygın olarak karşılaşılan durum araştırmacının bir taraf seçmesi ve kolayca “iyi ve kötü adamları” tespit edip, şeylerin nasıl işlendiğini bu basit karşıtlık izleği üzerinden anlatmasıdır. Bu anlayış doğrultusunda “övme” ya da “suçlama” yapılır (Becker, 2016: 287). Araştırma toplumsal gerçekliğin açıklanmasından ziyade, ahlaki/etik tutumların açıklanmasına dönüşür. Böylece ortaya normatif bir yaklaşım ve iktidar ilişkilerini örten bir üslup çıkar ve betimlenen bağımsız bir çerçeveden uzaklaşır.
Nesnelerin ve eylemlerin tanımlanma şeklinin genellikle iktidar ilişkilerini yansıttığını düşünen Becker’e göre, iktidar sahipleri nesnelere istedikleri adı verebilir ve başkalarının da dahil olduğu durumların çoğunu kontrol edebildikleri için diğerlerinin bu isimlendirmeyi kabul etmelerini sağlayabilirler. Sosyal bilimciler her araştırma yaptıklarında, çalıştıkları konularda nasıl adlandırma/tanımlama yapacaklarına karar vermek zorundadırlar. Çalışmakta oldukları konulara/durumlara zaten dahil olmuş çıkar sahibi ve güçlü tarafların kararlaştırdığı (kullandığı) terimleri tercih ederlerse, bu dilin içinde inşa edilmiş olan tüm ön kabulleri/yargıları da kabul etmiş olurlar (Becker, 2016: 291). Bu şekilde mevcut iktidar ilişkilerinin sürmesine hizmet ederler. Becker’in ifade ettiği şey tam anlamıyla “objektif” olma meselesi değildir, onun daha çok vurgulamak istediği, kavramların normatif anlamlarından kurtarılmasının gerekliliği ve bunu yapmak için de adlandırmanın altında yatan iktidar ilişkilerinin çözümlenmesi ve ifşa edilmesi ihtiyacıdır.
Anlatılarına baktığımız zaman Becker’in yargılayıcı ifadeler kullanmadığı için “kazık soru” olarak tanımladığı sorulara maruz kaldığını görüyoruz. Sapkınlığı, doğuştan değil de failin kendi tanımından ve insan faaliyetlerinden kaynaklandığını ortaya koyması, ahlaki bir tartışma yapıyormuş gibi bir izlenime kurban edilir. “Peki ya Cinayet? Bu sapkınca değil mi?” sorusu tam da bu tartışmaya zemin hazırlar. Oysa Becker’e göre bir şeyin kötü olduğuna dair bir inanca sahipseniz sosyolojik bir tartışmadan ziyade ahlaki bir tartışma yaparsınız/yapmalısınız. Cinayetin kötü olduğunu araştırma yaparak ispat edemezsiniz (Becker, 2017: 248-249). Ampirik bir araştırma böylece kendini felsefi bir tartışma içerisinde bulabilir. “İyi ve kötü olanın tanımlandığı bir araştırma sosyal bilimsel bir araştırma olabilir mi?” sorusu yeni bir tartışmaya yol açar. Becker, sosyal bilimcilerin felsefi tartışmalara müdahil olduklarını ve felsefecilerin tartıştıkları sorunları onların da tartıştığını ifade eder (Becker, 2017: 258). Böylece sosyal bilimsel bilgi üretildiği zeminden koparak farklı bir zemin üzerine inşa edilir.
Becker bu konuda Goffman’ı örnek verir. Goffman, şeyleri ahlaki yargılardan kurtaracak ve böylece bilimsel çalışmayı da mümkün kılacak biçimlerde adlandırmalar yapmak için hep kendi dilsel yaratıcılığını kullanmıştır. Akıl hastanelerinde yapılan “insanlık dışı uygulamaları” küçümsemeye işaret etmek yerine veya bu hastanelerde çalışan doktorları ve diğer personeli zor bir işte ellerinden gelenin en iyisini yapan dürüst uzmanlar olarak savunmak yerine, onların faaliyetlerini, farklı derecelerde ahlaki şöhrete sahip olan başka kurumların çalışanlarının paylaştıkları kurumsal zorunluluk bağlamına oturtmuştur. Nihayetinde Goffman’ın dilsel yaratıcılığı meselenin daha derin kavrayışına olanak sağlamıştır (Becker, 2016: 303). Bu durum bir yandan mevcut değer yargılarının araştırma pratiğinden uzaklaşmasını/kopmasını diğer yandan da araştırma pratiğinin yeni kavramsallaştırmalar ile zenginleşmesini mümkün kılmıştır. Böylece dilin bir iktidar mekanizmasına dönüşme ihtimali de kısmen de olsa ortadan kalkmıştır.
Sonuç Yerine
Becker’in araştırma pratiği için önerilerinin ufuk açıcı olduğunu söyleyebiliriz. O, sosyolojik araştırma pratiğinin tek bir yolu olmadığını verdiği örnekler ile çok net bir biçimde gösterir. Bu konuda öne çıkan yön, araştırma sürecine neyin dahil edilip neyin dahil edilemeyeceğidir. Araştırmacının elinde olan bu durum, değerlendirme/yorumlama konusunda gündelik olana eğilmeyi zorunlu kılıyor. Her gün içinde yaşadığımız, icra ettiğimiz rutinlerin araştırma nesnesine dönüştürülmesi mümkündür. Önemli olan zaten üretilen temsilleri araştırmanın bir parçası olarak inceleyebilmektir. Bu bağlamda Edwar Sapir’in şu veciz cümlesi anlatılmak isteneni karşılıyor: “Toplumsal bir davranış olarak yorumlandığı sürece, nefes alıp vermeyle bir din ya da siyasal sistem arasında hiçbir fark yoktur” (akt. Ünsaldı, 2019: 115).
Araştırma pratiğinin diğer bir yönü olarak dilsel sunuma dair görüşlerinde Becker, güç ilişkilerinin ve geleneksel ahlaki yargıların şekillendirdiği bir dilden kaçınmanın araştırmayı nasıl etkileyeceğini açık bir şekilde gösterir. Dili de bir temsil aracı olarak düşündüğümüz zaman, kullandığımız dilin kimi temsil ettiğini ve bunu nasıl yaptığını görebiliriz. Elbette dilin kullanımına dair farklı kavrayışlar ve nesnellik anlayışları bulunmaktadır. Burada önem arz eden araştırma pratiğinde dilin işlevi konusunda bir farkındalığa sahip olunmasıdır.
Fotoğrafın kaynağı Jaredd Craig.
Referanslar
Becker, H.S. (2016). Toplumu Anlatmak. Ankara: Heretik Yayınları.
Becker, H. S. (2017). Peki Ya Mozart? Peki Ya Cinayet? Vakalar Üzerinden Akıl Yürütmek. Ankara: Heretik Yayınları.
Tatlıcan, Ü. ve Binay, B. (2010). Anthony Giddens. Veysal, Ç. (Editör), 1900'den Günümüze Büyük Düşünürler İkinci Cilt içinde (3-136). İstanbul: Etik Yayınları.
Ünsaldı, L. (2019). Burada Ne Oluyor? Türkiye’de Etkileşimlerin Ekolojisi Üzerine Bir Deneme. Ankara: Heretik Yayınları



